15 Kasım 2016 Salı

HAYDAR TUNÇKANAT’IN ‘İKİLİ ANLAŞMALARIN İÇYÜZÜ’ KİTABI JÜPİTER FÜZELERİ & Mehmet Arif Demirer

HAYDAR TUNÇKANAT'IN 'İKİLİ ANLAŞMALARIN İÇYÜZÜ' KİTABI: JÜPİTER FÜZELERİ
              Mehmet Arif Demirer
1993 Yılında ilk kez DP GİK üyesi olduğum zaman, DP’nin on yılını, özellikle dış politikası ile ekonomik performansını, savunan tek bir kitap yayımlanmamıştı. Daha çok kişisel anılar ve Yassıada ile ilgili kitaplar yayımlanmıştı. 1993 yılından itibaren Basın Açıklamaları, DP Ansiklopedisi, iki büyük boy duvar takvimi ve dergiler dışında 17 kitap yazarak (yayımlandı) bu eksikliği giderdim. Yine de iki konu açık kalmıştı: Menderes, Necip Fazıl gibi bir adama neden 147 bin lira ödemişti, örtülü ödenekten ve MBK üyesi Hv. Kurmay Albay Haydar Tunçkanat’ın birinci baskısı 1970 yılında yayımlanan kitabındaki ağır suçlamalara cevap.
Necip Fazıl örtülü ödenekten para verilmesi konusu yakında yayımlanacak son kitabımda irdelenmektedir: ATATÜRK – Din ve Said Nursi – Fethullah Gülen. Sorunun cevabını da Bayar’ın da bulunduğu bir toplantıda Samet Ağaoğlu vermiştir: ‘Susturmak için’ Tunçkanat’ın suçlamalarının niteliği hakkında ise geniş bir araştırma yapmam gerekiyordu. Bu araştırmayı yaptım. Biri Jüpiter Füzeleri ile ilgili olmak üzere iki örnek ile Tunçkanat’ın gerçekleri nasıl çarpıttığını ya da gizlediğini göstereceğim:
İKİLİ ANLAŞMALARIN İÇYÜZÜ
Birinci örnek 23 Şubat 1945 tarihli ikili antlaşma. Bu antlaşma ile Türkiye, 1941 yılından beri ABD’den Ödünç Verme ve Kiralama Kanunu kapsamında aldığı yaklaşık 100 milyon dolarlık askeri malzeme ile ilgili bir antlaşma imzalamış ve bu borcu sadece 4.5 milyon dolar ödeyerek tasfiye etmiştir. Tunçkanat bu antlaşmayı gereksiz görmüş ve “Yabancı bir devlete verilecek bazı imtiyazların tohumlarını taşıyan” bir antlaşma olarak tanımlamıştır. Stalin aynı kanun kapsamında savaşta ABD’den 14 milyar dolar değerinde malzeme almıştı.
İkinci ikili antlaşma, 27 Şubat 1946 tarihinde 10 milyon dolar değerinde askeri malzeme alımı ile ilgili kredi antlaşması idi. Tunçkanat bunu da eleştirmiştir:
“Bu anlaşmanın imzalandığı sıralarda Türk Hükümetinin kasalarında 245 milyon dolarlık dövizi vardır. Fakat Sovyet Rusya’nın Türkiye’ye güvenlik vermeyen tutum ve davranışlarından kuşkulanan hükümet, benimsediği yeni bir görüşle, dış yardıma istekli ve daha elverişli bir tutum takınıyor.”
Gerçeklere bakalım: Döviz rezervi 10 milyon dolar. Ayrıca 235 milyon dolarlık altın stoku var. Bu altın stoku, 1948 yılı Şubat ayına kadar yarı yarıya azalacak, döviz rezervi ise 705 bin dolara inecektir. Türkiye bu rezervleri ile 1946 – 1950 yılları döneminde tek bir şeker ya da çimento fabrikası bile kuramamıştır. Sovyet Rusya’nın güvenlik vermeyen tutum ve davranışları ise 1945 Mart ayından beri sözlü ve yazılı notalar ile Sovyet gazetelerinde yayımlanan makalelerde belirlenen Sovyet talepleri idi: Kars – Ardahan ve İstanbul ile Çanakkale Boğazlarında ortak yönetim (Sovyet Savaş gemileri, askerleri ve bayrağı vd.).
İşte Tunçkanat gerçekleri böyle çarpıtarak veya gizleyerek önce CHP daha sonra DP’nin imzaladığı ikili antlaşmaları haksız ve insafsızca eleştirmiştir.
Jüpiter Füzelerine gelince. 17 Ekim 2016 tarihli ANAYURT yazımda belirtiğim gibi 1962 Küba Krizinde Sovyetler, Türkiye’de konuşlanmış Jüpiter füzelerinin sökülmesi vaadine karşılık Küba’daki çok daha güçlü ve daha uzun menzilli SS-4 Sandal füzelerin sökülerek Sovyetler Birliğine geri götürülmelerini kabul etmiş ve 3. Dünya Savaşı önlenmişti.
Tunçkanat’ın şu iddiasını, “O tarihlerde (1946) Türkiye’nin Amerika’nın bir ileri karakolu olması öğünme konusuydu. Bu görüş 27 Mayıs’a kadar sürdü.” da Jüpiter Füzelerinin Türkiye’ye geldiği tarihe bakarak değerlendirelim. Jüpiter Füzeleri ile ilişkili antlaşmayı Menderes Hükümeti imzalamış ancak füzeler, Türkiye’ye 27 Mayıs’tan sonra MBK döneminde gelmiş ve monte edilmişlerdir. Tunçkanat, kitabında Jüpiter Füzelerinden ve                 27 Mayıs’ın Türkiye – ABD ilişkilerini hiç etkilemediğinden nedense hiç bahsetmemiştir.
(ANAYURT GAZETESİ,  16 Kasım 2016)
1993-2012 Yılları arasında DP İktidarı ve 27 Mayıs Darbesi ile ilgili yayımlanmış kitaplarım:
1993 – KKTC – TÜRKÜN ONUR SORUNU
1994 – Alparslan Türkeş’in anıları ve 27 Mayıs 1960 – DEMOKRAT PARTİ
1995 – 6 Eylül 1955 – Yassıada 6/7 Eylül Davası
1995 – Babam Arif DEMİRER ve Aydın MENDERES
1997 – CYPRUS – the Island of Sustained Crises
2005 – ATATÜRK, BAYAR ve DP ekseninde MASALLAR ve GERÇEKLER
2006 – 6 EYLÜL 1955 Olaylarına 50. Yılda yeni Bakış – Hangi derin Devlet ?
2006 – DEMOKRAT PARTİ’nin YATIRIMLARI
2006 – NİHAT ERİM’in gözlüğü ve kalemi ile DEMOKRAT PARTİ ve bir soru:                      
            JOHNSON MEKTUBU SİPARİŞ MİYDİ?
2006 – KEMALİZM TARTIŞMALARI
2006 – DEMOKRAT PARTİ ve TARIM
2006 – MENDERES ve DÖVİZLER – DÜNYA BANKASI OLAYI (1954)       
2008 – Ş. Çizmeli’nin Menderes Kitabı – BİR DEDİKODU KİTABININ ELEŞTİRİSİ[1] 
2009 – FATİN RÜŞTÜ ZORLU GERÇEĞİ
2010 – DEMOKRAT PARTİ BELGESEL ANSİKLOPEDİSİ (2 200 sayfa)
2010 – HASAN POLATKAN konuşuyor
2010 – CUMHURİYET TÜRKİYE’sinde ANAYASA OYUNLARI – 27 MAYIS İHTİLALİ
2012 – 27 MAYIS – MASALLAR VE GERÇEKLER                                                                     




[1] Dr. Mehmet Özdemir ve Emre Oktay ile ortak yayın

27 Eylül 2016 Salı

İMAM HATİP MEZUNLARI İLE İLK KEZ İSTİHKAM OKULUNDA TANIŞMIŞTIM

İMAM HATİP MEZUNLARI İLE İLK KEZ İSTİHKAM OKULUNDA TANIŞMIŞTIM
Mehmet Arif Demirer
1964 Yılı Ekim ayında yedi yıllık ayrılıktan sonra cebimde iki Cambridge mühendislik diploması, arkamda bir Afrika otostop seyahati (1960 yazında 12 700 km Cape Town – Kahire arasında) ve bir yıl süren başkanı olduğum bir tetkik gezisi (Cambridge Afro- Asian Expedition, 1961 – 1962, 44 500 km) olmak üzere yedek subaylığa yönelik temel eğitim almak üzere İstihkam Okuluna teslim olmuştum. Kırkar kişilik üç takım idik. Üçüncü takımda yedi İmam Hatip Mezunu arkadaş vardı. Birkaç gün geç gelmişler ve kendi aralında adeta dışa kapalı bir grup oluşturmuşlardı. Kendileri dışında bizlerle pek konuşmazlardı.
Çok farklı bir eğitim aldıkları ve çok farklı kişiler olduklarını anlamıştık. Altı ay boyunca hiçbiri ile bir arkadaşlık kuramadık. Hiçbir spor faaliyetine ve özellikle benim sorumlusu olduğum Moral Gecesi çalışmalarına katılmadıklarını çok iyi hatırlıyorum.
25 Eylül 2016 tarihli BİRGÜN gazetesinde manşet üstünden verilen bir haber vardı: “Halk İmam Hatiplere direniyor”
Gazetenin asıl manşeti ise şöyle: “Laikliği Kazanacağız” Polis bir takım olaylara karışan ve laiklik için bildiri dağıtan 20 Haziran Hareketi üyesini gözaltına almış.
15 Temmuz’da darbeci tanklara karşı birleşen halk yine ayrışıyor mu, diye endişelendim.
En yakın mesai arkadaşım İmam Hatip Okulu mezunu. O bana İslam hakkında çok şey öğretti ben de ona Demokrat Parti yanı sıra ATATÜRK’ü tanıttım ve ATATÜRK adını kullanmasını (yalnız Mustafa Kemal yerine) telkin ettim.
Şu sözlerini hiç unutmam: “Sizinle tanışmadan önce ATATÜRK’ü alkolik ve eşcinsel diye tanıtmışlardı bizlere.” İmam Hatip Okullarında verilen eğitimin sonucu mu acaba?
İmam Hatip Okullarını Demokrat Parti Hükümetleri kurdu. 1951 – 1959 yılları arasında 19 okul açılmıştı. İlk mezunlarını İstihkam Okulunda görmüştüm, uzaktan ! Kendi dünyalarında yaşayan kesinlikle saldırgan olmayan kişilerdi. 2016 yılında halk İmam Hatiplilere direniyorsa bunun nedeni, mezunlarının toplumda ayrışım (ikilik) oluşturuyor olmaları.
Laikliğe gelince… Gazetenin manşetindeki sözcüğü yadırgıyorum. Neden ve kimlerden kazanacağız laikliği?
Din ve devlet işlerinin ayrılması, devlet dahil hiçbir kuruluş ya da kişinin başkasının dini inançlarına karışmaması anlamına gelen laikliği 2016 yılında kazanmak zorunda olmamalıyız.
Laiklik günlük yaşamın doğal bir unsuru olmalı ve öyle kabul edilmeli. Dolayısı ile vatandaşlara dini bir takım uygulamalar dayatılmamalı, Said Nursi’nin 1922 yılında Ankara’ya geldiğinde milletvekillerinin hepsinin namaz kılmadığını gördüğü zaman yaptığı gibi. Nursi, “Namaz kılmayan haindir” diye tutturmuştu. Bu gibi çağdışı beyanları hoşgörü ile karşılamamalı, izin vermemeliyiz.
Son yıllarda Yurtta Sulh – Cihanda Sulh ilkesinden çok uzaklaştık. Bunun çok yanlış olduğunu düşünüyorum. Yurtta sulh olmadan Cihanda Sulha da soyunamayız.
İşte bütün bu nedenlerle bölünmemeye özen göstermeli, İmam Hatiplileri de laik ilkelere inanan vatandaşlarımıza da eşit uzaklıkta (ama olabildiğince yakın) durmalıyız.
Öyle bir coğrafyada, bizi sevmeyen o kadar çok sayıda komşuların (uzak komşular dahil) arasında yaşıyoruz ki, hiç bölünmeden devamlı bir milli final maçı heyecanı ile yaşamalıyız.
Bölünmüş bir Türkiye’yi yaşatmazlar, daha da fazla bölerler, çünkü Sevres’i hiç unutamadılar. Bu gerçeği unutmak ya da küçümsemek lüksüne sahip değiliz.        

26 Eylül 2016 Pazartesi

“ALMANYA’NIN UTANÇ KARNESİ” - Mehmet Arif DEMİRER

“ALMANYA’NIN UTANÇ KARNESİ”
Mehmet Arif DEMİRER
Bu başlık 24 Eylül günü KARAR Gazetesi’nin manşeti idi. KARAR’daki.habere göre Almanya’da; her yıl 10 bin ırkçılık/İslamofobik suçu işleniyor, her hafta bir camiye saldırı düzenleniyormuş. 2013’e kıyasla ırkçı müdahaleler % 87 artmış, 1991 – 2011 yılları arasında 746 ırkçı cinayet işlenmiş.
KARAR bu durumu “Utanç Karnesi” diye tanımlamış.
Ben çok daha utanılması gereken bir olaydan bahsetmek istiyorum:
2014 yılında yapılmış bir Alman filmi: Im Labyrinth des Schweigens. (Suskunluğun Karanlık  Tünelinde) Her ne kadar labirent sözcüğünün sözlük karşılığı ‘içinden çıkılmaz bir durum’ ise de bu başlıkta, ‘içinde kaybolmanın çok kolay olduğu karanlık bir tünel’ daha uygun bir karşılık.
Filmin öyküsü şöyle: 1959 yılında Frankfurt’ta genç bir savcı edindiği bir bilgiye dayalı olarak Auschwitz Öldürme Kampında görev yapmış bir NAZİ’nin Frankfurt’ta bir devlet ortaokulunda öğretmen olarak çalıştığını tespit ediyor ve Eğitim Bakanlığı’na sunulmak üzere amiri kıdemli savcıya bir dosya sunuyor.
32 yaşındaki savcı o tarihe (1959) kadar Auschwitz’de neler olup bittiğini hiç duymamış !
Dosya üzerinde Eğitim Bakanlığı’nda hiçbir işlem yapılmıyor ve NAZİ öğretmen göreve devam ediyor.
Frankfurt’un başsavcısı, ara kademeleri atlayarak genç savcıyı Auschwitz dosyasını hazırlayıp yargıya taşımak üzere görevlendiriyor ve uyarıyor: “Adenauer Almanya’sında hala NAZİ’ler korunuyor. Elini çabuk tut.  Ben emekli olduktan sonra yerime gelecek kişiden aynı desteği göremeyebilirsin.”
Gerçekten de genç savcının topladığı somut delillere ve tanık beyanlarına rağmen 19 NAZİ hakkında İddianame dosyaları hazırlanması ve yargılamaların başlaması 1963 yılına kadar sürüyor. Davalar 1963 yılında, çeşitli engellemeler ile mücadele sonunda açılabiliyor.
Bu arada Alman polisi iki azılı NAZİ’nin yakalanarak Almanya’ya getirilmesi konusunda çok isteksiz kalıyor. İsrail’in gizli örgütü Mossad ise Eichmann’ı Arjantin’de bulup İsrail’e getiriyor, yargılıyor ve idam ediyor.
Güney Amerika’da yaşayan ve sık sık Almanya’ya gelerek ailesinin ticari işleri ve hatta herkesin gözü önünde vefat eden babasının cenazesi ile ilgilenen, Auschwitz’in ünlü katil ve işkenceci doktoru Dr. Mengele normal hayatını sürdürüyor ve 1979 yılına kadar yaşıyor.
Bu filmi ben yapmadım ama en az 20 kez izledim ! Almanların utanılacak tarihleri ile nasıl yüzleştiklerini daha doğrusu yüzleşmeye çalışırken nasıl zorlandıklarını ezberlemek için…
Şimdi gelelim bu AYIPLI ülkenin parlamentosunun 2 Haziran 2016 tarihinde Türkiye’yi soykırımcı ilan eden yüz karası Kararına.
Bu karar karşısında biz ne yaptık?  Kısa cevap: HİÇ BİR ŞEY.
Bu da tam bize yakışan bir başarısızlık örneği…
2 Haziran – 15 Temmuz arasında hiçbir mazeretimiz de yoktu. 
15 Temmuz’dan sonra ise yattık kalktık Fethullah Gülen ile.
Yazık oluyor bu millete.
Haklılığını bu ölçüde (HİÇ) savunamamayı hakketmiyor. 

16 Eylül 2016 Cuma

BAYRAM, (2016 YILI KURBAN BAYRAMI) BOB VE BEN, Mehmet Arif DEMİRER

BAYRAM, BOB VE BEN
Mehmet Arif DEMİRER
Mehmet Arif DEMİRER
Bayram’ın birinci gününde yazılmış, Bayram’dan sonra yayımlanacak bir yazı bu.
Birkaç gün önce Brüksel’den aradı Bob. Asıl adı Robert Cox. Cambridge’den arkadaşım. 12 Eylül öncesi ve sonrası tam beş yıl AB’nin Türkiye Temsilcisi idi. Bir büyük turist gemisi ile Doğu Akdeniz turuna çıkacaklarını ve Türkiye’de Kuşadası ve Dikili’ye uğradıktan sonra İstanbul’da üç gün kalıp Londra’ya uçacaklarını, Bayram’ın birinci günü Kuşadası’nda olacaklarını iki hafta önce bildirmişti. Biz de Bayram’ın birinci günü Yalıkavak’tan Kuşadası’na geçecek ve 5 – 6 saatliğine görüşecektik. Birlikte bir kitap yazıyoruz: 2. Dünya Savaşı ve Türkiye. İngiltere’de yayımlanacak. Kitabın SONUÇ bölümünü tartışacaktık. 
Turu düzenleyen şirketin yönetimi son anda bir karar almış ve güvenlik nedeniyle, Kuşadası, Dikili ve İstanbul’u iptal etmiş. Gemiden Selanik’te ayrılarak döneceklermiş Londra’ya.
Gemideki en az 500 kişi Kuşadası, Dikili ve İstanbul’da harcama yapamayacak, onları bekleyen dükkanlar, restoranlar vd. bir başka gözüpek turla gelecek turistler bekleyecekler. Bob torunlarına çok sevdiği İstanbul’u gösteremeyecek. Biz de keyifli geçeceğini umduğumuz 2 günlük Yalıkavak – Kuşadası – Yalıkavak kaçamağını yapamayacak, dönüşte Bafa gölünde bir öğe yemeyi yiyemeyeceğiz.  
Herkes kaybetti. Kim kazandı? PKK ve IŞİD (bazı çevreler ısrarla DAİŞ derken ben de inatla Türkçe adını kullanıyorum).
Bana ”İyi Bayramlar” diye mesaj gönderenlere bu yazıyı göndereceğim. 12 Eylül 2016 Pazartesi günü ülkemde bir Bayram ortamı göremediğimi bildireceğim.
“Kuzey komşunu tahrik etme, Arab’a bulaşma” ve “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh”
ATATÜRK’ün bu dış politika ilkelerini bir kenara bıraktık. Rus’un uçağını düşürdük. Ardından, “Obama ne der? NATO ne yapar?” diye sorduk.
3 Mart Tezkeresini reddederek PKK’yı büyüttük. Şimdi her gün Fırat Kalkanı haberleri ile övünüyoruz.
15 Temmuz sonrası yaşı da kuruyu da tıktık cezaevlerine, yer açmak için hükümlüleri tahliye ettik.
Çok yakın bir arkadaşımın 20 yaşındaki oğlu 17 Temmuz’dan beri Silivri’de tutuklu. Suçu, Hava Harp Okulu’nun birinci sınıf öğrencisi iken 15 Temmuz günü Yalova’da kampta bulunurken komutanlarının emri üzerine otobüsle İstanbul’a gelirken, darbe girişimine katılacağı varsayımı.
Uçak Mühendisi olacaktı. Çok iyi yetişmiş bir Türk genci idi. Bugün kim bilir neler düşünüyor, neler hissediyordur?
Al sana Bayram !
IŞİD’in 49 vatandaşımızı rehin aldığı gün bir yazı yazmış ve “Bu başka türlü bir terör belası, derhal bir Milli Koalisyon Hükümeti kurulsun” demiştim.
Bu söz hala geçerli ama hiç kimse duymak istemiyor. Oysa ellerinde Türk Bayrakları ile 15 Temmuz’a “Dur” diyenler o gece kurmuşlardı Milli Koalisyonu…
Başa dönersek; bu yıl bence “İyi Bayramlar” yok Türkiye’de.
“Ne var?” sorusunun da cevabı YOK. Çünkü Kuşadası’nda Bob Cox ve ailesini boşuna bekleyen esnafı ya da Silivri’de neyi beklediğini dahi bilemeyen 20 yaşındaki genci düşünmeyenler için iyi bir bayram olabilir.
Benim gibi aklından çıkaramayanlar için ise tam bir kabus...  

6 EYLÜL 1955 OLAYLARINI KİM PLANLADI, KİMLER YAPTI ?, MEHMET ARİF DEMİRER

6 EYLÜL 1955 OLAYLARINI KİM PLANLADI,
KİMLER YAPTI ?
GİRİŞ
6 Eylül 1955 Olaylarını, Londra’daki üçlü Kıbrıs Konferansı ile ilişkilendirmeden, bu Konferans’ta açıklanan Türkiye’nin Yeni Kıbrıs Tezi’nin uluslararası kamuoyunda bıraktığı olumlu izlenimleri görmezlikten gelerek, İstanbul’da 6 Eylül günü öğle saatlerinde duyulan bomba haberi sonucu başlayan öğrenci eylemlerinin daha sonra kontrol dışına çıkması nedeniyle şehirde kısa bir süre – yaklaşık 4 saat – için asayişsizlik yaşandığını çok abartarak anlatmak ve sanki 48 saat sürmüş gibi “6 – 7 Eylül Olayları” deyimini kullanmak abesle iştigaldir.
Bu olayların öğrenci yürüyüşü sonrası 4 saatlik bölümü,  Rumların oturdukları evlerin vd. işaretlenmesi dahil, önceden planlanmıştır.
Yunan Derin Devleti olayların bu ölçüye taşmasını planlamıştır, çünkü her ne pahasına olursa olsun, Londra Konferansı’nın sonuç bildirisi yayımlanmadan dağılmasını istiyordu.
Ancak hemen belirteyim aktörler Türklerdi. Kısaca yürüyen ve slogan atan öğrenciler de, dükkanları vd. tahrip ve talan edenler de Türklerdi. Bizdik. Aşağıdaki açıklamalarda suçu bir başkasın atmak gibi bir niyet yoktur.
Sadece şu gerçeğin çok açık ve net biçimde ortaya konması gerekmektedir:
Bu olaylardan kim yararlandı ise o planlamıştır. Ancak olayları fiilen yapan bizdik. Bunu örtbas etmek hem anlamsız hem de gereksizdir.
Ancak bu olayları 1942 Varlık Vergisi ile irtibatlandırmak, ya da ATATÜRK’ün ulus devlet  yaratmak projesinin bir parçasıymış gibi göstermek de yanlıştır. Unutulmaması gereken bir gerçek, 1930 yılında ATATÜRK’ün onayı alınarak imzalanan Türk – Yunan Antlaşmasına göre sayıları 1955 yılında 17 bine ulaşmış Yunanistan vatandaşı İstanbullu Elen vardı, nüfusu 1.5 milyon olan şehirde. Bu kişiler, İstanbul’da taşınmaz mal edinmek, işeri açmak ve bunları varislerine bırakmak haklarına sahiptiler.
O günkü dünyada başka bir eşi ya da benzeri yoktur. 
2. Dünya Savaşı’ndan sonra Yunanistan’da komünistlerle hükümet taraftarları arasında ciddi bir iç savaş yaşandığı ve Yunan nüfusu içinde küçümsenmeyecek bir komünist unsuru bulunduğu da unutulmamalıdır. İstanbul’daki Elenlerin arasında komünist bir azınlık olduğu bir ihtimal dahi olsa düşünülmelidir.
Olayları Yunan Derin Devleti’nin planlamış olabileceğinin en kuvvetli nedenleri:
1.      İstanbul Ekspres Gazetesinin, gazeteyi o gün öğleden sonra abartılı bir şekilde çıkaran yazı işleri müdürü Gökşin Sipahioğlu, son yıllarında olaylar hakkında hem çok değişik hem de çelişkili açıklamalar yapmıştır.
2.      Gökşin Sipahioğlu, 1955 yılından bir süre sonra Paris’te bir fotoğraf ajansı kurmuştur. Hangi sermaye ile?  
3.      En çarpıcı neden: 7 Eylül sabahı, bütün gece olaylar Avrupa radyo ve televizyonlarından duyurulmuş olmasına rağmen, Yunan Dışişleri Bakanı Londra’da konferansın sabah oturumunda olayları hiç duymamış gibi davranmıştır.
4.      Bu olaylar ve Konferansın sonuç bildirisi yayımlayamadan 8 Eylül sabah dağılması sayesinde Yunanistan, dünya kamuoyu nezdinde Kıbrıs konusunda “taraf” olmaya devam etmiş ve Türkiye’nin “taraf” olmadığı iddiasını sürdürmüştür.
Aşağıda yazı ve gazete kupürleri bu perde arkası bilgilerle birlikte değerlendirilmelidir:  
6.9.1955 GÜNÜ YAŞANAN ve 6 SAAT SÜREN OLAYLARIN TARİHÇESİ
Yunanistan 1954 yılında Kıbrıs’ta özerklik konusunu ABD, İngiltere ve Türkiye’nin itirazlarına rağmen Birleşmiş Milletlere götürmüş ve 15 Aralık günü yapılan oylamada önergesi reddedilmişti. Bir gün sonra nümayişçiler Selanik’te ATATÜRK’ün doğduğu eve, o tarihte ATATÜRK Müzesi olmuştu, saldırmışlar; polis güçlükle önleyebilmişti.
24 Saat dahi geçmeden Selanik’te ATATÜRK Müze binası ve konsolosluğa saldırılar:
Bu hezimetteN sonra Yunan Silahlı Kuvvetlerinde görevli bir albay Kıbrıs’ta bir terör örgütü kurmak ve pusuya yatarak arkadan insan öldürmeyi öğretmek üzere görevlendiriliyordu. Kurduğu örgütün adı EOKA, PKK’nın Rum versiyonu.
EOKA İngiliz askerlerine ve polislere saldırıyor ve öldürüyordu. Polislerin büyük çoğunluğu Türk idi. Sonuçta kısa bir sürede adada iki toplum arasında derin bir gerginlik oluşunca İngiliz Hükümeti 29 Ağustos’ta Londra’da bir konferans düzenleyerek Ankara ve Atina’yı davet etmişti.
Türkiye Heyeti Konferans’a katılmak üzere 25 Ağustos günü hareket edecekti. 24 Ağustos günü Başbakan Menderes basına önemli ve uzun bir açıklama yaptı. En önemli cümle:
“Baksınlar, görsünler: Memleketimizdeki Rum vatandaşlarımızla ne derecelere kadar kardeşçe ve hepimiz aynı vatanın çocukları olmak bahtiyarlığı içinde yaşamaktayız.”
26 Ağustos 1955 tarihli ULUS Gazetesinde manşet:
“İnönü’nün Kıbrıs’a dair demeci:
“HÜKÜMETLE BERABERİZ”
Türkiye Heyetine Devlet Bakanı Fatin Rüştü Zorlu başkanlık ediyordu.   Bakanlığın en güzide diplomatlarından oluşan bir Kıbrıs Masası oluşturulmuştu. Heyet kısa bir sürede Türkiye’nin yeni Kıbrıs tezini hazırlamıştı. Zorlu bu tezi 1 Eylül günü konferansta okuyunca özellikle Yunan heyeti şaşkına dönmüştü. Çünkü 1954’e kadar “Kıbrıs bizim sorunumuz değil” diyen Türkiye, artık değişik bir konuma geçmişti:
“Biz Kıbrıs’ta egemenliği Lozan’da İngiltere’ye devrettik. İlişkili Lozan belgesinin altında 2 imza var: Türkiye ve İngiltere. Yunanistan yok.
“Eğer İngiltere, Kıbrıs’taki egemenlik haklarından kısmen ya da tamamen vazgeçiyorsa ada eski sahibine döner. Yunanistan Kıbrıs konusunda ‘taraf’ değildir.”
2 Eylül’den sonra olaylar peş peşe geldi:
2 Eylül akşamı Yunan Dışişleri Bakanı Atina’ya döndü.
5/6 Eylül gecesi Selanik’te ATATÜRK müzesinde bomba patladı.  Birkaç cam kırıldı.
6 Eylül günü Türkiye Devlet Radyosu Selanik’teki bomba olayını 13:00 Haberlerinde sekizinci sayfada, heyecansız ve sakin bir şekilde verdi.
6 Eylül günü İstanbul Ekspres gazetesi bomba olayını abartarak ve okuyucuları kışkırtmak amacı ile büyüterek verdi. Saat 18:de öğrenciler Beyoğlu’nda protesto yürüyüşü yaptılar. Saat 20:00’de havanın kararması ile çoğunluğu Cibali sigara fabrikası işçileri ağırlıklı olarak gençler Beyoğlu’ndaki dükkanları tahrip etmeye başladılar. Saat 22:00’den sonra Anadolu’da kırsal alanlardan gelen ve şehrin varoşlarında yeni oluşmakta olan gecekondu mahallelerinde yaşayan kişiler tahrip edilen dükkanları talan ettiler. Saat 24:00’de 19 tabur asker 4 saat gecikme ile olayların yaşandığı semtlere geldi, sıkıyönetim ilan edildi ve olaylar sona erdi.
37 - 6 Eylül 1955 2
Görüldüğü gibi gazetede “Kıbrıs” sözcüğü YOK !
Türk basını elli yıldır 6 saat süren olayları ‘6/7 Eylül Olayları’ diye verdi. Okuyanlar da olayların iki gün devam ettiği izlenimini aldılar. 
Son bir örnek:
ZAMAN Gaztesi, 25 Ocak 2009, Mümtaz'er Türköne – bu kişi bilim madamı, profesör !
Tam 54 yıl önce, 6-7 Eylül 1955'te İstanbul iki gün devam eden bir yağmalamaya sahne oldu. İki gün boyunca Rum azınlık başta olmak üzere Ermeni ve Yahudilerin dükkanları, evleri, okulları ve mabetleri tahrip edildi ve yağmalandı. Savaş gibi bir yıkım yaşandı.”
7 Eylül günü olay yoktu. Asker denetiminde temizlik yapıldı. 8 Eylül tarihli gazete ↓
C:\Users\marif144\AppData\Local\Microsoft\Windows\INetCache\Content.Word\7.9.1955 sabahı ZAFER.JPG
Olaylar nedeniyle Londra’daki konferans, sonuç bildirgesi yayımlayamadan 8 Eylül sabahı dağıldı. Yunanistan’ın Kıbrıs sorununda ‘taraf’ olmadığı dünya kamuoyuna duyurulamadı.
1957 seçimlerinde Adana ve Ankara’yı kaybeden DEMOKRAT PARTİ, İstanbul’u Rumların  sayesinde kıl payı kurtardı, Feriköy’de sandıklardan ezici bir çoğunlukla DP çıktı !
27 Mayıs’tan sonra Fuat Köprülü, tamamen kişisel husumetine dayalı olarak olayları Zorlu ve Menderes’in tertiplediğini iddia etti.
Konu Yassıada’da bir dava konusu yapıldı ve 5 Ocak 1961 günü mahkeme DP Genel Başkanı Menderes ile 1955’te Devlet Bakanı olan Zorlu’yu altışar yıl hapse mahkum etti.
Bir gün sonra 6 Ocak günü Fuat Köprülü’nün oğlu, olaylarda Demokrat Parti İstanbul İl Başkanı olan Orhan Köprülü, Devlet Başkanı Gürsel’in 10 kişilik kontenjanından Kurucu Meclis’e girdi !
Hani İstanbul’daki DP örgütleri tertiplemişlerdi, olayları?
Partinin Genel Başkanı – Menderes -  6 yıl cezaevine, İstanbul İl Başkanı en yüksek devlet maaşı ile Meclis’e. İşte 27 Mayıs darbe rejimi ve Yassıada adaleti buydu.
Yassıada’da tanık olarak dinlenen iki önemli kişi vardı.
Necdet Uğur, 6 Eylül 1955’te İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı, daha sonra Ecevit’in Milli Eğitim Bakanı.
Kendi daktilosu ile yazdığı açıklama notu:
7 Eylül günü, bir gün öncekilere benzeyen hiçbir olay yaşanmadığı için son paragraftaki görüşe katılmıyorum. İstanbul basını uzun bir süre, birkaç yıl, “6 Eylül Hadiseleri” deyimini kullanmıştır.
Alaeddin Eriş, 6 Eylül 1955’te İstanbul Emniyet Müdürü. Kendisini vefatından 2-3 gün önce ziyaret ettim. Babamın iyi arkadaşı idi. Söylediği: “Adnan Bey’e – Menderes – kırgın gidiyorum. Bana o gece Valilikte arkasını döndü. Oysa ben polislerim ile Yunan Başkonsolosluğu ve Rum Patrikahnesi’nin önünde etten duvar ördürmüş, tek bir pencere camı dahi kırılmasını önlemiştim. Başka da polisim yoktu o bölgede.”


KAYNAKÇA:

Demirer, Mehmet Arif. 6 Eylül 1955-Yassıada 6/7 Eylül Davası,[1]Bağlam Yayıncılık, İstanbul, 1995
Demirer, Mehmet Arif. 6 Eylül 1955 Olaylarına 50. Yılda yeni Bakış – Hangi derin Devlet?[2], Demokratlar Kulübü, Ankara, 2006
Demirer, Mehmet Arif. Fatin Rüştü Zorlu Gerçeği[3], Profil, İstanbul, 2009




















YORUMLAR

BİRİNCİ YAZI:

Yasin Dönmez’in 6/7 Eylül Olayları başlıklı yazısı
Yazıdan özet alıntılar:
“Bu saldırılara yaklaşık 100 bin kişinin katıldığı düşünülmektedir.
İstanbul’un 24 Ekim 1955 nüfusu sayımında tespit edilen toplam nüfusu 1.5 milyon idi. Yarsı kadın: 750 bin. Erkeklerin olaylara karışan 20 – 30 yaş aralığında kişilerin toplam erkek nüfusu içinde kaç kişi olduğunu bir nüfus bilimci tahmin edebilir.
“Saldırıyı yapan grupların önderlerinin bir kısmında gayrimüslimlerin ev ve işyerlerinin adreslerinin bulunması bu olayların birilerinin desteğiyle yapıldığını gösteriyordu.
Bunları en iyi bilen İstanbullu Elenler idi !
“Bursa ve Samsun'da ise güvenlik güçleri Rum yerleşimlerini korumaya almış ve çıkabilecek herhangi bir olayı daha en başından önlemiştir.
Bursa ve Samsun’da 1955 yılında Rum yerleşimleri?
“Nedenleri
“Olayların fitilini ateşleyen hadise 6 Eylül günü Selanik'te bulunan Atatürk'ün doğduğu evin bombalanmasıdır. Bu bombalamanın, daha sonra Nevşehir valisi de olan, Yunanistan'ın Türk azınlığından olan Oktay Engin adlı öğrenci tarafından yapıldığı da Yunan emniyetinin araştırmaları sonucundan ortaya çıkmıştır.
Oktay Engin Türkiye’de yargılanmış ve beraat etmiştir. Yunanlılar kendisini gözaltına almışlar ama yargılayamadan – ellerinde hiçbir delil yoktu – serbest bırakmışlardır. 
Oktay Engin aleyhinde yazı yazan köşe yazarları aleyhine davalar açmış ve hepsini kazanmıştır.
1994 yılında ben 6 Eylül Olayları çalışmalarıma başlarken işyerime gelmiş ve el yazsı ile 3 sayfa bir açıklama yaparak bomba olayı ile hiçbir ilgisi olmadığını beyan etmiştir.
“Olayın duyulmasından sonra zaten basın tarafından sürekli gündemde tutulan Kıbrıs Sorunu da bahane edilerek olaylar başlamıştır.
Olaylar “ATA’mızın evine Bomba…” başlığı ile başlamıştır. Öğrenciler arasında Kıbrıs Türktür Cemiyeti üyeleri bulunması ile olayların medyamızda yazıldığı gibi Londra Konferansında Zorlu’nun durumuna destek olsun diye başlatıldığı iddiası arasında bir ilişki kurmaya çalışmak yanlıştır. Zorlu’nun desteğe hiç ihtiyacı yoktu.
“Olayların olduğu zaman İngiltere'nin hâkimiyetinde olan Kıbrıs adasında Yunanistan'la birleşme planının (Enosis) savunucuları olan Rumlar tarafından kurulan EOKA örgütü İngiliz ve Türklere saldırılar düzenliyordu. Türk tarafı Kurtuluş Savaşı'ndan sonra sağlanan Yunan barışını bozmamak için ilk zamanlarda pasif bir tutum sergilemiştir. Bunun sonucunda basın tarafından Kıbrıslı Türklerin '' hayati problemlerini '' görmezden gelinmesiyle suçlanan hükümet adına dönemin Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak şu açıklamayı yapmıştır:
"Baylar, ortada 'Kıbrıs Sorunu' diye bir şey yoktur. Bunu bir süre önce muhabirlerin sorularına karşılık verirken söylemiştim. 'Kıbrıs Sorunu' diye bir şey yok çünkü ada Büyük Britanya'nın egemenliği ve yönetimi altında. Biliyoruz ki, İngiltere'nin bu ada üzerindeki haklarını başka bir güce devretmek gibi bir düşüncesi zerrece yoktur ve hiçbir zaman da bu yönde bir eğilim göstermemiştir.
Yasin Dönmez’in bu hatasının affedilecek bir yanı yoktur. EOKA, 1955 yılında kurulmuştur. Necmettin Sadak, Hasan Saka ve Şemsettin Günaltay hükümetlerinde Dışişleri Bakanı idi, 10 Eylül 1947 - 22 Mayıs 1950 tarihleri arasında !
“Kıbrıs sorunuyla ilgili pasiflik Yunanlıların Kıbrıs üzerinde hak iddia etmesiyle birlikte bozuldu. Yunanistan Kıbrıs Sorunu için BM'ye başvurdu. Bunun akabinde de Türk hükümeti ''Kıbrıs Komisyonu'' kurdu ve Kıbrıs stratejisi belirlendi.
Yunan başvuru ve hezimeti 1954 yılında, Bakanlıkta Kıbrıs Masası’nın oluşturulması EOKA’nın insan öldürmeye başlamasından sonra, Haziran 1955.
“Olaylar sırasında dikkat çeken en önemli husus ise güvenlik güçlerinin pasifliğidir. Güvenlik güçleri halkı engellemek şöyle dursun olaylara karşı sempati beslemişlerdir:
Bkz. İstanbul Emniyet Müdür ve Yardımcısı Alaeddin Eriş ve Necdet Uğur’un yukarıda verdiğim açıklamaları.
“Eylemler sırasında sendikalar ve DP örgütleri de aktif olarak orada bulunuyordu. Sendika örgütlerinin getirdiği taşlar, baltalar ve diğer aletlerle yıkım ekipleri oluşturuluyordu. Ayrıca sendikalar İstanbul dışından birçok insanı o gün İstanbul'a getirmişti. DP örgütleri de olaylarda aktif bir şekilde görev almıştır. DP genel merkezinden gönderilen genelgeyle harekete geçen DP örgütleri olaylara aktif olarak girmiştir.
DP örgütleri aktif ama il başkanı Kurucu Meclis’e alınıyor?
“Atatürk'ün evine bomba koyan şahsın daha sonrasında Türkiye'ye gelip MAH için çeşitli görevler üstlendiği bilinmektedir.
Bilinmemekte, haksız yere iddia edilmektedir.
“Hükümet üyelerinin de bu olaylarda parmağı olduğu dış kaynaklar tarafından söylenmektedir. Buna dayanak olarak da o sırada yapılan konferansta Yunanistan'a karşı baskı oluşturmak isteği olduğu yatmaktadır.
“O sırada yapılan konferans”  bu yazının ve dayandığı kitabın affedilmez hafifliğinin en çarpıcı örneğidir.
Hangi konferans? Canlı şahidiyim. Zorlu ve Türk Heyeti’nin Londra’da İstanbul’da vur-kır’lı bir nümayişe zerre kadar ihtiyaçları yoktu.
“1960 Darbesi'nden sonra kurulan Yassıada Mahkemeleri'nde bu olay dava konusu oldu ve Celal Bayar, Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu'nun hükmüne karar verildi.”
27 Mayıs rejiminin Menderes ve Zorlu husumetleri onlara bu davada altışar yıl ceza kesti ancak Bayar’ı dava dışı bırakmak zorunda hissetiler kendilerini. Yasin Dönmez’de bu ayrıntı bile yanlış. 


SONUÇ:

Siyasal Bilgiler Fakültesi 2. Sınıf öğrencisi Yasin Dönmez, bir kitap okumuş, sapla samanı karıştırarak, takdim tehir hataları da yaparak bir yazı yazmış. Yazı çok beğenilmiş olmalı ki,  çok sayıda eposta adresine gönderilmiş.
Yasin Dönmez’in okuduğu kitap, tamamen yabancı kaynaklara dayalı olarak Almanya’da yapılmış bir doktora çalışmasının Türkçe çevirisidir. Bu kitabın yazarı ve yayımcısı aleyhine 2005 yılında İstanbul 3. Fikri ve Sınai Haklar Mahkemesinde bir dava açtım. Dosya No. 2006/451 Yazar, mahkemenin gönderdiği tebligatı almamak için muhtarlıktan kaydını düşürttü !
Mahkeme iki kez yayımcı Tarih Vakfı aleyhine kadar verdi. Yargıtay 11. Hukuk Dairesi iki kez yerel mahkemenin kararını bozdu. Gerekçe, “bilirkişiler ehil değil” !  Birinci heyet, biri profesör 3 bilim adamından oluşmuştu. Mahkeme dosyayı üçüncü defa yeni bir bilirkişi heyetine göndermek için para yatırmamı istedi. “Artık yeter” diye düşünerek, yatırmadım. Dava bu nedenle reddedildi ! 42 sayfalık temyiz dilekçesi yazdım. Hakim, PTT kanalı ile gönderdiğim gider avansını “Alınmadı” diye dilekçemi Yargıtay’a göndermedi, EK – 1.
Aslında açtığım davanın bilirkişiye gönderilmesi gerekmiyordu. Yazar, benim 1955 yılında yayımlanmış kitabımdan – 6 Eylül 1955, Yassıada 6/7 Eylül Davası – Menderes’in 24 Ağustos günü basına yaptığı açıklama metni ile Zorlu’nun 28 Ağustos tarihli telgrafını – her ikisi de daha önce hiçbir yerde yayımlanmamıştı – almış, kuşa çevirerek kısaltmış, örneğin Menderes’in yukarı verdiğim cümlesi yok, Almancaya çevirmiş, daha sonra doktora tezi Türkçeye çevrilirken, benim Türkçe metinlerimi kullanacağı yerde,  yeniden çeviri yapıldığı için her iki metin de asıllarından çok farklı olarak yayımlanmış kitabında.
Yargı, 11 yılda bu durumu çözemedi. Böyle son derece basit bir ihtilafı çözemeyen Yargı neyi çözer, diye düşünüyor insan ister istemez. Dünya kadar harcama yaptım, harçlar, bilirkişi ücretler vs.   














***

YORUMLAR

İKİNCİ YAZI
Arslan Öz’ün  Bir İngiliz Oyunu: 6 – 7 Eylül Olayları başlıklı yazısı
Arslan Öz, Yunanistan’ın Birleşmiş Milletler’e 1954 yılında gittiğinin, hezimete uğradığının ve bu nedenle EOKA’yı kurduğunun farkında olmadan yazmış ve bu nedenle yazısı baştan sona temelsiz kalmış.
Ayrıca şu beyanlar o kadar yanlış ki, nesini eleştireceğimi-yorumlayacağımı bilemedim: 
“1955 yılına gelindiğinde Yunanistan’ın adanın kendilerine bağlanması ve İngiliz sömürge yönetimine son verilmesi için ilgili yılın sonbaharında konuyu Birleşmiş Milletler gündemine taşıyacağını dünya kamuoyuna duyurması adada yaşayan Türkler ve Türkiye den çok İngilizleri rahatsız etmiştir. Çünkü; 1950 li yılların ortalarına gelindiğinde Türkiye, dış politikasında Kore savaşı, Soğuk Savaş , NATO’ya girme çabası ile, iç politikada ise ekonomik sıkıntılar ve muhalefetin baskısı ile sıkışmış durumdadır.”
Bu paragraftaki hataların doğruları:
·        Soğuk Savaş’ın başladığı yıl: 1946. Türkiye 5 Nisan 1946 günü Missouri savaş gemisinin İstanbul ziyareti ile Soğuk Savaş’ın başlangıcından itibaren en önemli odak noktası.  Bu olayın Menderes ile ilgisi yok.
·        Kore Savaşı ve Türkiye’nin bu savaşa takviyeli bir tugay ile katılması 1950 yılında.
·        Türkiye’nin NATO üyeliği 18 Şubat 1952 tarihinde:
nato üyeliği
Menderes’in şu sözleri çok önemlidir:                                                                                                
“BU ESER HİÇ ŞÜPHE YOK, TÜRK MİLLETİNİNDİR”
·        1954 ve 1956 yılları 1950 – 1960 döneminin en büyük ve en hızlı yatırımlarının yapıldığı üç yıldır. 1954 seçiminde Menderes T. C. siyasi  tarihinin en yüksek oyunu almıştır: % 5.4 !
“İngiltere Türkiye’nin Yunanistan’ın girişimlerine duyarsız kalması nedeniyle adadaki Türklerin ve Türkiye’nin uyandırılması gerektiğini düşünerek harekete geçer. İngiliz dış işleri bakanı Harold MacMillan taraflara (Türkiye ve Yunanistan) Londra da bir konferans düzenlemeyi önerir. Amaç Kıbrıs konusunda taraflar arasında Kıbrıs sorununun çözümüne katkı yapmak değil, Yunanistan’ın Birleşmiş Milletlere gitmesini engellemektir… İngiltere bilmektedir ki adadaki ve Türkiye deki uyuyan Türkler uyandırıldığında Kıbrıs konusu Birleşmiş Milletler gündemine girmeyecektir.”
EOKA, 1 Nisan 1955’den itibaren Ada’da insan – İngiliz askerleri, aileleri ve Türk polisler – öldürmeye başlayınca iki toplum arasında çok ciddi bir gerginlik oluşur. İngilizlerin Türkiye ve Yunanistan’ı Londra’ya Konferans’a davet etmesi NATO üyesi iki müttefikinin Kıbrıs nedeniyle karşı karşıya gelmelerini önlemektir.
Yunanistan 1958 yılı Aralık ayında Kıbrıs konusunu bir kez daha Birleşmiş Milletlere götürecektir:
“Tarafların kabulü ile 29 Ağustos 1955 te toplanan Londra konferansında daha önce uyarılmış olan temsilcimiz dış işleri bakanı F. Rüştü Zorlu Yunanistan ın adayı kendine bağlama girişiminde bulunması halinde Lozan antlaşmasını tekrar gözden geçirme tehdidinde bulunur. Görüşmelerde ilerleme kaydedilememesi üzerine konferans 06 Eylül 1955 günü dağılır.”
Zorlu Dış İşleri Bakanı değildi. Devlet Bakanı ve Heyet Başkanı idi. Konferans, Olaylardan önce değil,  8 Eylül günü Sonuç Bildirisini yayımlayamadan dağılmıştır.
EK - 1
İSTANBUL 3. FİKRİ VE SINAİ HAKLAR HUKUK MAHKEMESİ SAYIN HAKİMLİĞİNE
Dosya No 2014/173
TEMYİZ EDEN DAVACI:                 Mehmet Arif Demirer
DAVALI:                                            Türkiye Ekonomik Toplumsal Tarih Vakfı
VEKİLİ:                                              Av. Ahmet Dindar, Gürsel Mah. Aynur Sok. No 10/4, Kağıthane, İstanbul

KONU: 4.1.2016 günü tebellüğ edilen ÇAĞRI KAĞIDI’ndaki İHTAR hakkında açıklamalar.
Yargı, vatandaşların haklarını aramak için oluşturulmuş bir kurumdur. Ne zaman ki, Yargı, mahkeme yargıcı ile hak arayan vatandaş arasında bir inatlaşmaya yol açar, temel işlevini yerine getirmemiş olur.
Dosyanın Yargıtay’dan döndükten sonra geçirdiği aşamaları kronolojik olarak arz ediyorum:
1.      Gider avansı havalesi:                                             05.09.2014 (EK – 1 ve EK – 2)
2.      Arabuluculuk Önerisi dilekçesi:                                    18.02.2015
3.      Davanın reddi:                                                 26.03.2015
4.      Ret kararının tebellüğ edildiği tarih:                               22.04.2015
5.      Temyiz dilekçesinin tarihi:                                            29.04.2015
6.      Temyiz dilekçesine ilişkin ödemeler alındısı:         0.4.05.2015 (EK – 3)
7.      Gider Avansına ilişkin Çağrı Kağıdı:                 2?.05.2015 (okunmuyor, EK – 4)
8.      Temyiz Talebinin Reddine Dair Karar:              15.09.2015
9.      Kararın tebellüğ edildiği tarih:                           09.10.2015
10.  Karara itiraz dilekçesi:                                     15.09.2015
11.  5.9.2014’te havale edilen avansın ikinci havalesi:          16.10.2015 (EK – 5)
4.1.2016 tarihinde tebellüğ edilen 2015/64 sayılı Karar ile ilişkili olduğu anlaşılan Çağrı Kağıdındaki İHTAR:
“…. yatırmanız gereken maktu temyiz harcı ile temyiz yoluna başvurma harcını ödemediğiniz anlaşılmakla….”
4.1.2016 günü tebellüğ edilen Çağrı Kağıdındaki bilgi ile ilişkili 15.9.2015 tarihli Karar çelişmektedir:
a. Anılan Karar’da “temyiz posta masrafının” yatırılmamış olduğu iddia edilmektedir. Bu yanlıştır. 100 TL Gider avansı tarafımdan 5.9.2014 tarihinde havale edilmiştir. Sayın Mahkemeniz tarafından tahsil edilememiştir. Bunda benim bir kusurum söz konusu değildir.
b. 4.1.2016 günü tebellüğ edilen Çağrı Kağıdında ise maktu temyiz harcı ile temyiz yoluna başvurma harcının” ödenmediği iddia edilmektedir. Bu da yanlıştır. Temyize ilişkin harçlar 4.5.2015 tarihinde ödenmiştir; bkz. EK - 3.
SONUÇ VE İSTEM:
Yukarıdaki açıklamaların ve ekli beş belgenin incelenerek gerek 15.9.2015 tarihli Karar’dan gerekse 4.1.2016 tarihinde tebellüğ edilen Çağrı Kağıdındaki, anılan karar ile çelişen, İHTAR’dan rücu edilerek dosyanın Yargıtay’a gönderilmesini, aksi yönde karar verilirse bu yönde alınacak Gerekçeli Kararın tarafıma tebliğini saygıyla arz ediyorum.
Mehmet Arif Demirer
Geçici adres: Reşit Galip Caddesi 101/11, G.O.P. Ankara    


[1] Bu kitap 2 yılda yoğun bir araştırma sonunda yayımlandı. Daha önce Hulusi Dosdoğru’nun aynı yayınevi tarafından yayımlanan ve çok maddi hata içeren kitabına cevap idi. Olaylarla ilişkili ve hayatta olan herkes ile söyleşiler yapıldı.  Varılan sonuç:
   Olayları Demokrat Parti tertiplemedi. Kim tertipledi, belli değil.   
[2] Olayları Yunan Derin devleti tertiplemiş olabilir.
[3] Olayları Yunan derin Devleti tertipledi. 

7 Eylül 2016 Çarşamba

6 EYLÜL 1955 OLAYLARI KONUSUNDA KENDİ KALEMİZE ATTIĞIMIZ GOLLER - Mehmet Arif Demirer

6 ( -7 ) EYLÜL 1955

6 EYLÜL 1955 OLAYLARI KONUSUNDA
KENDİ KALEMİZE ATTIĞIMIZ GOLLER
Mehmet Arif Demirer
Türk medyası, 27 Mayıs Darbesi’nden sonra, 6 Eylül 1955 günü 6 saat süren olayları 48 saat sürmüş gibi, ‘6/7 Eylül Olayları’ olarak tanımlamıştır. Çarpıcı bir örnek, Prof. Dr. Mümtazer Türköne’den. Koskoca bilim adamı bakınız neler yazmış, F Gülen’in ZAMAN Gazetesinde: “Tam 54 yıl önce, 6-7 Eylül 1955'te İstanbul iki gün devam eden bir yağmalamaya sahne oldu. İki gün boyunca Rum azınlık başta olmak üzere Ermeni ve Yahudilerin dükkânları, evleri, okulları ve mabetleri tahrip edildi ve yağmalandı. Savaş gibi bir yıkım yaşandı.” (ZAMAN, 25.1.2009)
“29 Ağustos ve 8 Eylül 1955 tarihleri arasında Londra’da Türkiye, Yunanistan ve İngiltere heyetlerinin arasında toplanan Kıbrıs Konferansı’nda heyet başkanımız Fatin Rüştü Zorlu’nun açıkladığı Türkiye’nin yeni Kıbrıs Tezi çok başarılı olmuş, Yunan heyeti panik içinde 2 Eylül Cuma akşamı talimat almak için Atina’ya dönmüştü. 
Türk tezi, Lozan Barış Antlaşması’na dayandırılmıştı. Türkiye, Kıbrıs adası üzerindeki egemenliğini Lozan’da İngiltere’ye bırakmıştı. Belgenin altında iki imza vardı, Türkiye ve İngiltere. Dolayısı ile Yunanistan Kıbrıs konusunda TARAF değildi. Eğer İngiltere Kıbrıs adası üzerindeki egemenliğinden kısmen veya tamamen vazgeçecek ise ada eski sahibine dönmeliydi. Bu, Yunan dış politikası için hezimet demekti. Konferans bu tezi kabul ederek sonuçlanır ve sonuç bildirisinde Kıbrıs konusunda Yunanistan’ın taraf olmadığı belirtilirse, Yunanistan’ın ve Kıbrıs’taki Rumların 1931 yılında beri uğraş verdikleri ENOSİS (adanın Yunanistan’a ilhakı) hedefi Kıbrıslı Türklerin deyimi ile sıfırla çarpılmış olacaktı.  
O hafta sonu Yunan Derin Devleti fazla mesai yapmıştı. 5/6 Eylül gecesi Selanik’te ATATÜRK Müzesi’nde bir bomba patlamış binanın birkaç camı kırılmıştı.
Konferans’ta 6 Eylül sabahı Zorlu, Yunan Dışişleri Bakanı’na karşı ATATÜRK Müzesi binasını yeterince koruyamadıkları için çok sert bir konuşma yapmış, Yunan Bakan da özür dilemiş ve “Bunu yapan gerçek bir Yunanlı olamaz. Araştırmalarımız sürüyor. Er geç kimin yaptığını bulacağız” şeklinde cevap vermişti.
Bu gelişmeleri o tarihteki gazetelerden hiç araştırmayan 27 Mayıs sonrası Türk basını, hiç utanmadan ve sıkılmadan; Yassıada’daki düzmece davayı esas alarak, olayları Londra konferansında zor durumda olduğunu iddia ettikleri Zorlu’nun talebi ile Menderes ve 27  Mayıs’tan hemen sonra intihar eden olaylarda İçişleri Bakanı olan Namık Gedik’in tertiplediğini yaza gelmiştir, tam elli yıldır.
İki örnek:
Ayşe Hür – Taraf 7 Eylül 2008
Hasan Pulur – Milliyet 11 Eylül 2008
5 Eylül’de, Hikmet Bil’le bir akşam yemeği yiyen Menderes, Zorlu’nun Londra’dan gönder-diği telgraftan söz edecekti.
Telgrafta Zorlu, görüşmelerde zor durumda kaldığını, müzakere koşullarının zor olduğunu, orada artık ‘dizginlenemeyen’ bir Türk kamu oyundan söz etmeyi arzuladığını yazıyordu….
Artık iş barut fıçısını patlatacak kıvılcımı çakmaya gelmişti…
İstanbul Ekspres adlı 20-30 bin tirajlı bulvar gazetesi, haberi iki ayrı baskıyla duyurdu.
İÇİNDE yaşadığımız halde, bu olayı öylesine unutmuşuz ki, cumhuriyet tarihinin en rezil sayfalarından biri.
Siyasi iktidar Kıbrıs görüşmelerine baskı yapmak için bir gece (6-7 Eylül 1955) İstanbul’u yağmalatır, yakıp yıktırır, İngilizlere ve Yunanlılara “Türk halkının Kıbrıs konusunda ne kadar hassas olduğunu gösterecektir.”
Gösterdik, rezil olduk.
Hedef önce azınlıklar, başta Rumlar, sonunda da toptan yağma...
6/7 Eylül gecesi, sabaha kadar, T.C. Londra Büyükelçiliğinde toplantı halinde olan Türkiye heyeti, 7 Eylül sabahı konferansta olaylar nedeniyle Yunan Dışişleri Bakanı’ndan benzer bir çıkış bekliyordu: “Nasıl olur da İstanbul’da soydaşlarımızın evlerine, işyerlerine yapılan saldırıları durdurmadınız…” gibi. Türk heyeti başkanı Zorlu’nun, bir gün önce Yunan Dışişleri Bakanı gibi, özür dilemesi ve “Bu olayları tertipleyenler gerçek Türk olamazlar. Araştırmaya başladık…” şeklinde konuşması kararlaştırılmıştı.
7 Eylül sabah Konferans’ta Yunan Dışişleri Bakanı hiçbir şey söylemedi. Bir serzenişte bulunmadı. Olayları hiç duymamış gibi davrandı.
Bu son derece önemli ayrıntıyı Emekli Büyükelçi rahmetli Mahmut Dikerdem Ortadoğu’da Devrim Yılları başlıklı kitabında yazdı. Araştırmacı yazarlarımız nedense bu olayı, Yunan Dışişleri Bakanı’nın 7 Eylül sabahı neden suskun kaldığını hiç araştırmadılar ve hiç önemsemediler?            
İstanbul’da olaylar saat 18:00’de başladı. İstanbul Ekspres gazetesi ikinci baskı yaparak Selanik’teki bomba olayını abartılı bir şekilde vermişti:
            Olayların birinci aşaması, saat 18:00 - 20:00
Üniversite gençliğinin saat 18:00 - 20:00 arasında Selanik’teki olayı protesto etmek için İstiklal Caddesinde (Taksim’e kadar) yürüyüşü  
Olayların ikinci aşaması, saat 20:00 -22:00:
Cibali sigara fabrikası işçileri ile işsiz gençlerin İstiklal Caddesi ağırlıklı olmak üzere ev ve İşyerlerini tahrip etmeleri
Olayların üçüncü aşaması, saat 22:00 -24:00:
Şehir varoşlarından gelenlerin tahrip edilen işyerlerini yağmalaması
Olayların sonu: Saat 20:00’de  beklenen askerin (19 tabur) gecikmeli olarak 24:00’de gelmesi, hükümetin sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı ilan etmesi ile olaylar sona ermiştir.
Olaylar başlamak üzere iken trenle Haydarpaşa’dan Ankara’ya gitmek üzere ayrılan Cumhurbaşkanı Bayar ve Başbakan Menderes olayları Sapanca’da duymuşlar, derhal geri dönerek saat 24:00’de İstanbul Valilik binasına ulaşmışlardır. Gezi Olaylarının hemen ardından Fas’a giden günümüz Başbakanından çok farklı olarak.
Olaylardan iki yıl sonra, 1957 seçimlerinde özellikle Rumların oyları DP’ye yönelmiş ve Adana ve Ankara’yı dahi kaybeden DP, İstanbul’da azınlık oyları ile seçim kazanmıştır.
            Olaylarda zarar görenlere önemli miktarda tazminat ödenmiştir.
Olaylar nedeniyle İstanbul Rum veya Ermenileri İstanbul’u terk etmemişlerdir. Bunun kanıtı 1959 yılında Yunanistan Başbakanı Karamanlis’in Türkiye ziyaretinde oluşturulan İkili Komisyondur. İki ülkenin seçkin diplomatları Zeki Kuneralp ve Dimitri Bitsios başbakanlarının talimatı ile İstanbullu Rumların ve Batı Trakya’daki Türklerin sorunlarını incelemek üzere çalışmalar yapmış ve hükümetlerine bir rapor sunmuşlardır. Bu rapor yayımlanmıştır.
Yunan Dışişleri Bakanı Averoff, anılarında (Cyprus –Lost  Opportunities, Kıbrıs - Yitirilen Fırsatlar) bu komisyondan bahsederken İstanbul’da 65 bin Rum olduğunu  yazmıştır. Buna yaklaşık 15 - 17 bin Elen (Yunanistan uyruklu İstanbullu) eklenince 1955 yılındaki İstanbul’daki Rum artı Elen nüfusu çıkar: 90 bin.
İstanbul’dan göç, 1964 yılında Kıbrıs’ta Rumların Türklere karşı giriştikleri soykırıma karşı bir şey yapamayan İnönü Hükümeti’nin 16 Mart tarihinde aldığı bir kararla İstanbullu Elenleri yurtdışına göndermesi sonucu başlamıştır. Elenler 1930 yılında ATATÜRK –Venizelos mutabakatı ile İstanbul’da yaşamalarına, taşınmaz mal almalarına ve işyeri kurmalarına izin verilen Yunanistan uyruklu İstanbullulardı.
27 Mayıs Darbesi’nden hemen sonra, DP’nin dört kurucusundan biri, yıllarca Dışişleri Bakanlığı yapmış, olaylarda Başbakan Yardımcısı olan Fuat Köprülü, kişisel Menderes-Zorlu kinine yenik düşerek, oğlunu da ateşe atmak pahasına aşağıdaki ihbarı yapmıştır. O tarihte kadar ne Rumların, ne Yunanistan’ın böyle bir iddiası vardı.
               Fuat Köprülü’nün oğlu Dr. Orhan Köprülü, olaylarda DEMOKRAT PARTİ İstanbul İl Başkanı idi!
Bu ihbar üzerine Yassıada’da bir hukuk skandalı olan 6/7 Eylül Olayları Davası sahnelenmiş ve T.C.Yargısı kendi kalesine bir penaltı gölü atarak T.C. Dışişleri Bakanı ile T.C. Başbakanının olayları tertiplediği yönünde karar vermiştir, 5 Ocak 1961.
Bir gün sonra Dr Orhan Köprülü, darbecilerin başına getirilen Cemal Gürsel’in Devlet Başkanı kontenjanından Kurucu Meclis üyeliğine atanmıştır. Yassıada yargılamalarındaki hukuksuzluğun en belirgin kanıtı bu karar ile bu atamadır.     
Günümüzde Türkiye düşmanları Yassıada’daki kararı “İşte kendileri bile olayları Türk hükümetinin en yetkililerinin tertiplediğini mahkeme kararı ile tescil ettiler” diyerek aleyhimize kullanmaktadır.
Olayları, her üç aşamada, yapanlar Türklerdir. Olayları tertipleyenler ise Londra’daki Kıbrıs Konferansı’nın sonuç bildirisi yayımlamadan dağılmasını isteyen Yunan Derin Devletidir.
Selanik’teki bomba ile İstanbul Ekspres’in yazı işleri müdürü Gökşin Sipahioğlu’nun ikinci baskı yapmak yönündeki ısrarı ve bomba olayını gerçek boyutunun dışına çıkararak çok abartması bu tertibin birer halkalarıdır.
Olaylar ATATÜRK’e karşı yapılan saygısızlığa tepki olarak patlak vermiş ve polisin yetersizliği ve askerin gecikmesi nedeni ile 4 saat süre ile kontrol edilememiştir. Polis bütün gücü ile başta Patrikhane ve Yunanistan Başkonsolosluğu olmak üzere tüm konsoloslukları korumuştur. Bunların bir camı bile kırılmamıştır. Trafik sıkışmış ve kilitlenmiştir.
Zorlu Londra’da 7 Eylül akşamı otelde bekleyen Yunan gazetecilere şöyle konuşmuştur:      
“Yunanistan’da sefaretimiz, konsolosluklarımız polis muhafazası altında, “Memleketimizde Örfi İdare ilanına mecbur olduk,
“Kıbrıs’ta çıkarılan gürültüleri (EOKA’nın faaliyetleri) bastırmak üzere İngiltere oraya asker yolluyor
“Müşterek tehlikeler karşısında ittifak etmiş olan üç müttefik arasındaki münasebetin tabii manzarası bu mu olmalı? Bütün bu işlerde fiili ve suçlu rol sizden geliyor. Bir müttefikten (İngiltere) toprak almağa kalkıştınız. Diğer müttefiğin (Türkiye) emniyetini tehdit ettiniz. Sabrını tükettiniz. Aramızda bu kadar zahmetle kurulan dostluğu yıktınız.
“Bütün ikazlarımıza rağmen Kıbrıs’ta ve her tarafta tahriklerinize devam ettiniz. Kıbrıs’ta çıkardığınız tedhiş (terör) hareketlerinde rol alanları radyolarınız, ‘Bir düzine vatansever’ diye övdü. Biz dostluğu korumak endişesiyle her türlü nümayişi önlemeye uğraşırken Yunanistan iki müttefiğin aleyhine hareketleri teşvik etti, heyecanları bile tutuşturdu.”
Zorlu’nun bu söyledikleri 9 Eylül 1955 tarihli VATAN Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Bu olaylara Türkiye’nin hiç ama hiç ihtiyacı yoktu. Yunanistan ise Londra’da açıklanan yeni Türkiye Kıbrıs Tezi nedeniyle uluslararası kamuoyunun Kıbrıs konusunda TARAF  olmadığının kabulünü mutlaka önlemek istiyordu. Bunun yolu da Konferans’ın sonuç bildirisi yayımlamadan dağılması idi.
8 Eylül günü Konferans olaylar nedeniyle herhangi bir bildiri yayımlayamadan dağıldı!
Yunan Dışişleri Bakanı’nın 7 Eylül sabahı olayları hiç duymamış gibi davranması konusunu da Mahmut Dikerdem ve benim dışımda hiçbir araştırmacı yarımız önemsemedi, nedense?      
SONSÖZ: Olaylar hakkında ortada bu kadar gerçek var iken bunları göz ardı ederek faturayı Zorlu ve Menderes’e kesmek VİCDANSIZLIKTIR…
(Mehmet Arif Demirer, 6 Eylül 2013 - Bodrum)  
***

ELEŞTİRİ, MÜŞAVERE, YORUM VE KATKILAR:
[Attachment(s) from Mehmet Arif DEMIRER included below]
Menderes’i haklı çıkarmaya çalışmıyorum.
Yaşadığım Londra Konferansı’ndaki  durumu anlatmaya çalışıyorum.
Tarihi çarpıtmıyorum. Söylediklerimin hangisi yanlış? 7 Eylül günü kendini bilmez bir kaç kişinin Büyükada’ya saldırı girişiminde bulunuşu mu?
Lefter Küçükantoniyadis Büyükada’da neler olduğunu 1994 yılında tüm ayrıntıları ile anlatmıştı.
Bahsettiğiniz Harp Dairesi’nin o tarihteki adı Seferberlik Tetkik Kurulu idi. İstanbul’da birimi dahi yoktu. O tarihte STK’da görevli İsmail Tansu yaşıyor.
Açın telefonu konuşun. (0312 4424863)
Ben bu olaylar hk çalışmaya başlarken (1993) iki kişiye yazılı olarak sordum: Bu işe bulaştınız mı, diye: Oktay Engin ve MİT Müsteşarı. Onlardan güvence aldıktan sonra 5 kalın klasör belge topladım. Olaylara karışan ve hatta herkes ile söyleşi yaptım (ilk kitabımda tümü yayımlandı, 1995).     
Oktay Engin Selanik Üniversitesi’nde hukuk okuyan bir öğrenci  idi! 6 Eylül akşamı Selanik’in başka bir semtindeki fuarda tercümanlık yapıyordu!
Ekspres Gazetesi de sopalar da Yunan Derin Devletinin işi.
DP İst İl Başkanı Orhan Köprülü’nün Kurucu Meclis üyeliğini yorumlasanıza…
Rumlar dünyanın en aptal insanları olmalılar ki, Feriköy  1957’de DP’ye tulum çıkarmış olsun.          
Anlamak istemediğiniz gerçek şu:
Konferanstaki gelişmeler sonucu bizim bu olaylara ilişkin bir motivasyonumuz yoktu. Yunanlıların ise vardı ve son derece önemli idi.    
Siz bunların hiç birine inanmayın, kendi (?) kalenize gol atmaya, Yılmaz Karakoyunlu gibi, “Rumlar gittiler, İstanbul’un kültür mozayiği yok oldu” ya da Dilek Güven gibi (yayımladığı kitap açtığım dava sonunda mahkûm oldu) olaylar için “POGROM” sözcüğünü kullanın ki düşmanlarımız sevinsinler.
Aramızdaki fark: Ben Zorlu’yu da Menderes’i yakından tanımış olan bir kişiyim. Zorlu eniştemin (1955 yılında Atina Büyükelçisi Settar İksel) ve babamın çok yakın arkadaşı idi. Menderes ile 1959 uçak kazasından sonra bir hafta aynı hastanede (babam da o uçakta idi) çok yakınında kaldım. Onların POGROM emri vermeyeceğini bilirim…
Golleriniz bol olsun! Arada sırada rakip kaleyi de deneyin, bir değişiklik olur.
NOT: Ekli gazetedeki fotoğraflara bkz. 7 Eylül Beyoğlu’nda kimler varmış.
From: Mentes Azuz [mailto:mentesoz@gmail.com]
Sent: Thursday, September 05, 2013 3:29 PM
Menderes'i hakli cikarmaya ugrasarak, tarihi carpitiyorsunuz.
Ataturk'un evine (aslinda bahcesine) bomba atanlarin "Menderes'in bilgisi dahilinde" Harp Dairesi oldugunu biliyoruz. Diger bir iddia olan, bombayi Selanik Baskons. Yard. Oktay Engin'in atmis olmasi da Menderes'i aklamaz. Nitekim Oktay Engin sonra valilige kadar yukseltilmis!
Sakin "bilgisi yoktu" demeyin, cunku ayni ebatta sopalarin ve Ekspres Gazetesinde ihtiyacin on misli kagit hazirlanmasini v.s. MIT'in istihbarati, dolayisiyla Menderes'in bilgisi olmadigini! iddia etmis olursunuz ki, bu daha buyuk bir felakettir.
Tek parti yonetiminde cektiklerinden sonra DP'ye sarilan gayrimuslimlere ve en onemlisi Turkiye'ye, Menderes ihanet etmis, halkinin iyi niyetini somurmustur.
Ayrica 4,5 yasimda olmama karsin gecirdigim buyuk $oktan oturu olaylarin Buyukada'da, (olaylarin bittigini iddia ettiginiz) ertesi gun de, yani 7 Eylul'de de devam ettigini, mavnalarla Kartal'dan yagmaci ta$idiklarini hic unutmadim.
Mente$ Azuz
Yarın 6 Eylül olduğundan yorumsuz paylaşıyorum.
İsteyen istediğine inanır –Menteş AZUZ-
6-7 Eylül olayları ve salkım salkım asılacak adamlar
02 Eylül 2013, 23:26 
Yervant Özuzun
“Salkım salkım asılacak adamlar”
Aziz Nesin’in bir anı kitabının adı bu. Asılacak adamlar kim mi?
Aziz Nesin, Asım Bezirci, Kemal Tahir, Nihat Sargın, Hulusi Dosdoğru, Hasan İzzettin Dinamo, Can Boratav ve diğerleri. Yani yazarı, çizeriyle, emekçisi, öğrencisiyle 47 kişilik bir liste.
Ortak yanları mı? Siyasi şubece fişlenmiş birer solcu olmaları. Bu nedenle defalarca içeri girmiş çıkmışlıkları bulunmaları.
Bu kez nedenini bilmedikleri bir suçlamayla evlerinden, bulundukları yerlerden tutuklanmışlar, önce Sirkeci’deki Sanasaryan handa (Siyasi Şube’de) toplanmışlar sonra Harbiye’de hücreye atılmışlardı.
BU AYDINLARIN SUÇU NEYDİ?
Tarih 7 Eylül 1955’di. Azınlıklara yönelik 6/7 Eylül tertibinin ertesi günüydü. Başbakan öğleden sonra yaptığı radyo konuşmasında olayları fişli solcuların üstüne atmıştı. Ama hiçbirinin de olaylarla ilgileri yoktu.
Peki, neden tutuklanmışlardı? Onu, bulundukları hücrede haftalar sonra öğrendiler. Tutuklulardan Dr. Hulusi Dosdoğru (6/7 Eylül Olayları isimli) anı kitabında şöyle yazıyor:
“İlk toplu tevkif müzekkeresi tutuklanmamızdan 22 gün sonra, 28.9.1955 tarihinde bizlere tebliğ edildi: Suçlama: 6/7 Eylül Olaylarını, tahrik ve teşvik.”
“Bu tutuklama yazısından 38 gün sonra 5.11.1955 de Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nce ikinci tevkif müzekkeresi (tutuklama yazısı) yine hepimize toptan bildirildi. Bu ikinci müzekkerede şunlar yer alıyordu. 6/7 Eylül hadiselerinde tahrik, teşvik ve iştirakten maznun (sanık) 47 mevkuf (tutuklu) hakkında, mahkumiyetlerinin devamına karar verildiğinin kendilerine tebliğini bildirmenizi…(2 numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi esas kararı:55/638)”
Yani bu aydınlar “6/7 Eylül 1955 Olayları” olarak bilinen azınlıklara yönelik ayıplı, tertibin sanıklarıydı ve bu nedenle de Harbiye’de hücreye kapatılmışlardı. Gerçekten suçlu olabilir miydi?
Ama bir suçlu olmalıydı. Suçu, siyasi şubenin fişlilerine yüklemeye çalışırsın bunun ayıbından da suçundan da kurtulursun. Aynen öyle olur.
6/7 EYLÜL SANIKLARININ CEZALARI MI ?
Aziz Nesin’den okuyalım: “6/7 Eylül faciasında (…) dürtüleri baskı altında tutulan ve bu yüzden ezilen bireylerdeki saldırganlık gizli gücünün subapı devlet eliyle açılmış ve o facia ortaya çıkmıştı (…) 6/7 Eylül faciasının gerçek sorumlu ve suçlusu hükümetti. O olayın çapulcu, talancı ve yağmacıları da hükümetin el altından kışkırtıp sonradan dizginleyemediği ayaktakımı (lümpenler) idi. Peki biz neydik? Hücreye atılanlardan hiç birimizin bu olayla uzaktan yakından en küçük bir ilişkimiz yoktu… Sıkıyönetim Komutanının emri şuydu: Solcular 6/7 Eylül suçlusu olarak salkım salkım asılacak…”
Bu nedenle aylarca hücrelerde kalıp yargılanmışlardı. Olayların hükümet tertibi olduğu anlaşılmaya başlayınca iç ve dış baskılar sonucunda verilen kararlar şöyleydi: “Gereği düşünüldü. Sanık …’a isnat edilen 6/7 Eylül Olayları teşvik ve tahrik suçunun varit olmadığı ortaya çıktığından beraatına oy birliğiyle karar verildi...”.
Yani, salkım salkım asılacak adamlar takriben 9 ay sonra beraat etmişlerdi.
6/7 EYLÜL NEYDİ?
Hiç kuşkusuz, azınlık karşıtı politikaların bir halkasıydı. Osmanlıdan Cumhuriyete geçişte birçok konuda değişiklik olduğunu söyleyebiliriz ama İttihat ve Terakki’nin izlediği Müslüman olmayanlarla ilgili politikasında bir değişiklik olduğunu söyleyemeyiz..
Dönem, imparatorlukların bittiği ulus devletlerin kurulduğu dönemdir. Temel mesele öncelikle Anadolu’nun ve Trakya’nın Müslüman olmayan kimliklerden arındırılıp Türk/Müslüman kimlikli bir ulus/devlet kurmaktı.
Gayrimüslimlerin, yani Lozan’dan bu yana nüfus kayıtlarında 1, 2, 3 “kod” numaralı farklıların (Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin) bu yeni devlette yeri yoktu. Devletin politikası bu gruplara yönelik baskı, asimilasyon, şiddet ve yok etme uygulamaları olarak şekillenmişti.
Bu sürede İstanbul dışında Müslüman olmayan unsurların cemaatleri kalmadı. Sıra İstanbul’u da arındırmaya gelmişti. Azınlık politikalarının türlü/çeşitli versiyonlarına rağmen İstanbul azınlıkları köklerinden tamamen kopamıyorlardı. Eee kolay değildi tabii bir insanın kök saldığı topraklardan kopması.
Fırsat bu fırsattı. Bir taşla iki kuş vurulabilirdi. Londra’daki Kıbrıs görüşmeleri nedeniyle hem Yunanistan’a gözdağı verilir hem de İstanbul azınlıklarına kendilerine gelemeyecekleri bir ders daha verilirdi.
Öyle de oldu. Devletin derini mühendislik hesabıyla start verdi. Selanik’te Atatürk’ün evine bir görevlinin Türkiye’den gönderilen bombayı atmasıyla, tüm İstanbul’da önceden işaretlenen Rum, Ermeni ve Yahudilerin ev, iş yeri, ibadethane, okul ve mezarlıklarına yönelik, ellerinde tek tip sopalarla, kazma, balta gibi kırıcı ve kesiciler bulunanlar tarafından planlı bir uygulama başlatıldı.
Yakma, kırma, yağmalama, öldürme, yaralama, tecavüzler derken İstanbul’un üzerinden bir karabasan geçti. İstanbul 1453’den bu yana en büyük yağmayı, talanı yaşadı.
6-7 EYLÜL’DE NELER OLMUŞ, BİR GÖZ ATALIM
Metin Toker: “İstanbul alt üst oldu. Varoşlar şehre indi. Eylemlerin ardından yedi göbek Rumlar ülkeyi terk ettiler. İstanbul’un eşsiz kültür mozaiği 6/7 Eylül olaylarıyla birlikte yerle bir oldu. Şehir şehirlikten çıktı. Taşralaştı. (…) Parlayan yangınlar etrafı sardı. 74 Rum Ortodoks kilisesinden 70’inde yangın çıktı. Ortalıkta yangınları söndürecek ne itfaiye ne kargaşayı önleyecek polis vardı. (…) Meryem ana İkonları, yağ kandilleri, gümüş şamdanlar, buhurdanlıklar, haçlar, adak eşyaları, yağ kandilleri, tasvirler, mozaikler, freskler tuz buz olup ortalığa saçıldı. Bu vahşet kasırgası 18.45 sularında Beyoğlu’nda koptu. Çılgınlık tüm İstanbul’a ve Adalara sıçradı. O arada kiliselerden başka, Havra, 8 Ayazma, 2 Manastır, 3584’ü Rumlara ait, toplam 5538 gayrimenkul, yıkıldı yağmalandı. Fatih Sultan Mehmet’le başlayıp 500 yıl süren ‘mala, cana, ırza dokunmama’ geleneği iki saat içinde yok edildi.”
Mete Tuncay: “Aslında 6/7 Eylül 1955 azınlıklara karşı girişilen sindirme, tasfiye hareketlerinin ilki değildi (…) Ama 6/7 Eylül olayları daha öncekilerin hiç birine benzemiyordu. 6/7 Eylül saldırılarıyla başlayan süreç onları ana yurtlarından ayıran süreç oldu..”
Yılmaz Karakoyunlu (Güz Sancısı isimli kitabında): “İstanbul’un kültür mozaiği başlı başına tarihsel bir zenginlik içeriyordu. (…) Ermeni, Rum, Yahudilerin Türk sanat ve estetik değerlerinin ulaşımında büyük payları katkıları vardı.(..)
6/7 Eylül olayları ta Osmanlıdan beri Azınlık sermayesinin Türk kesimine transferi için muhtelif zamanlarda sahneye konulmuş değişik saldırı olaylarının da üçüncüsüdür. Bunlardan birincisi İttihat Terakki döneminde yaşanmış…
İkincisi; Cumhuriyet dönemindeki 1942-1943 yılları arasında yaşanmış olan Varlık Vergisidir. Bu da sermayeyi Müslüman kesime zorla aktarma girişimidir.
Üçüncüsü ve en sunturlusu Demokrat Partinin uyguladığı 6/7 Eylül 1955 olaylarıdır. Olayın sorumlusu Selanik’te Atatürk’ün evine bomba koyan ve bunun suçunu Yunanlılara atan bugünkü Nevşehir valisi Oktay Engindir.”
O zamanki siyasi iktidarın yargılandığı 1960-1961 yılındaki Yassıada Mahkemelerinde de 6/7 Eylül olaylarının bir hükümet provokasyonu olduğu anlaşıldı. Anlaşıldı da azınlık politikalarında ve bu tür provokasyonlarda bir değişiklik oldu mu?
AZINLIKLAR İÇİN SON KIRILMA TARİHİ:
1964 SÜRGÜNLERİ
 “İstanbul’un Son Sürgünleri” isimli (Hülya Demir ve Rıdvan Akar’ın) kitabından yakın tarihimizin pek bilinmeyen, bir gerçeğini okuyup bir kere daha hatırlıyoruz.
Atatürk ve Venizelos tarafından 1930 yılında imzalanan Türkiye, Yunanistan arasındaki Barış ve Dostluk Anlaşması 1964’de tek taraflı olarak yürürlükten kaldırılır. Yaklaşık 40 bin Türk ve Yunan vatandaşı Rum 20 kilo eşya ve 22 dolarla 24 saat içerisinde sınır dışı edilirler. 2902’si tapulu mülk olmak üzere diğer tüm varlıkları bloke edilir.
Bu olay, başta Rumlar olmak üzere İstanbul Azınlıkları için son kırılma tarihidir.
DÜNÜN KONTRGERİLLASINDAN
GÜNÜMÜZE DEĞİŞEN NE?
Dr. Hulusi Dosdoğru anı kitabında “Son Söz” başlığıyla şunları yazıyor: “6/7 Eylül Olayları, Yassıada’da Yüksek Adalet Divanı’nda yargılanması, 24.10.1960’da gerekçeli kararın verilmesiyle sona ermiştir. Ortaya salkım saçak dökülen, akla, izana sığmaz bu dev çaptaki suçların ardından, ne yazık ki, dağ fare bile doğuramamıştır.
Bebek, köpek, metres davaları ile havanda su dövenler, asıl suç kovanını çomakladıkça, altından eski deyimle çapanoğlu yeni adıyla kontrgerilla çıktığından ve ucundan kulpundan karıştıranlara bulaştığından suçlar köpürtülüp kazınmadan, olduğu gibi bırakılmıştır.
Bu yüzden 6 Eylül 1955 günü Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evin bombalanması olayı, düşman iftirası-Yunan yakıştırması diye yaftalanarak, ört-bas edilmiş Devleti kullanarak işlenen bu zincirleme suçların üzerine sünger çekilmiştir.
Toplumun alnına sıvaştırılmaya çalışılan böyle bir suç kovanından yeterince ibret alınmadığı için, daha sonraki Maraş Pogromu’nda son Sivas Kırımı’nda benzer olaylar tekrarlanıp durmuştur.” (Bildiğiniz gibi 6/7 Eylül Olaylarının sanıkları olan Aziz Nesin’le, Asım Bezirci’nin yolları 1993 de Sivas Madımak Otel faciasında bir kere daha birleşir. Olaylarda Asım Bezirci yanarak ölür, Aziz Nesin’in itfaiye merdiveniyle kurtuluşu ise o günleri yaşayanların belleklerinde hala duruyor. Y.Ö.)
Bunlar bizler için dün de bugün de çok bildik şeyler. Rahip Santoro, Hrant Dink ve Zirve Yayınevi cinayetleri, öldürüleceklerin listesi, Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları sokaklarda (6/7 Eylül’den hatırladığımız ve tespit ettiğimiz) işaretlenen Ermeni evleri.
6/7 Eylül Olaylarının yıldönümündeyiz. 1955, 2013 aradan 58 yıl geçti. Hiç kuşkusuz, o kara tablo, o kara gün toplumsal belleğimizde ve yakın tarihimizin sayfalarında duruyor.
Biz azınlıklar için 6/7 Eylül öncesi vardır, 6/7 Eylül sonrası vardır. 6/7 Eylül öncesinde azınlıktık, 6/7 Eylül sonrasında azıcık kaldık. Bilirsiniz azıcık kalmak yok olmanın başlangıcıdır.
Ulus-devletten amaç bu sonuç değil miydi? Bunca “azınlık karşıtı politikalar”ın amacı İstanbul’u da gayrimüslimlerden arındırmak değil miydi?
FARKLILIKLARI
ZENGİNLİK KABUL EDEN ÜLKEM OLSUN İSTERDİM
Mevcudumuzu koruma çabasındayız. Bir rengi canlı tutmak istiyoruz. Ama zor oluyor işte.
Ülkem aydınları farklı düşündükleri için, ülkem azınlıkları ise farklı alt kimlik taşıdıkları için; sistemin, resmi ideolojinin, ulus-devlet olgusunun dışında kalan kimselerdi. Bunun haksız bedelini 6/7 Eylül’de birlikte ödediler. Ama azınlıkların ödediği bedel kalıcı ve yıkıcı oldu.
Aydınların çoğu aramızdan ayrıldı. 6/7 Eylül Olaylarını yaşayan gayrimüslimlerin çoğu da hayata veda ettiler. Üstelik bunların çoğu kendilerinin ve çocuklarının geleceğini yaban ellerde arayıp, dünyanın dört bir yanına savruldular; bu ülkenin dilini konuşarak, türküsünü çığırıp, şarkısını söyleyerek, rüyasını görerek hayata veda ettiler.
Olayın 58. yılında hepsini saygıyla anıyorum.
Tüm farklılıkları zenginlik olarak kabul eden demokratik bir ülkem olsun isterdim.
*

From: zekisahin@yahoo.com, Date: Fri, 6 Sep 2013 21:05:21 -0700
Subject: Re: [OzgurGundem] 6-7 Eylül olayları ve salkım salkım asılacak adamlar
Sayın Mentes Azuz Bey,
Evet.... olmaması gereken hadiseler olmuştur.
Bu ağıtları yakanların, Osmanlı İmparatorluğu, S.S.C.B. ve Çin'de yaşarken "soykırım-holocaust" katliamına maruz bırakılan Turk asıllılardan hiç bir zaman bahsetmediklerini ve gözlerden saklamak, hatta hafızalardan silerek unutturmak için alçakça, haince ve zalimce davrandıklarını da unutmamak ve unutturmamak - hepimiz için - bir insanlık görevidir.
"Adalet herkes için bir haktır.".
Ayrıca... Bu ülkeyi kanıyla ve canıyla kuranların, T.C. amblemi altında bile, bu ülkede "müstemleke ahalisi" muamelesine tabi tutularak varoşlarda ikamete mahkum edilmeleri elbette belli tepkilere çanak tutmuştur. Mesele, "rabbena hep bana" zihniyetinden kurtulmak, insaf ve merhamet sahibi olmaktır.
Saygılarımla.
Zeki ŞAHİN
*

From: Mehmet Arif DEMIRER [mailto:demirer@dp1946.org]  Subject: RE: Yervant Özuzun yervanto@gmail.com “Salkım salkım asılacak adamlar” ///////// FW: [UNITED-TURKS] 6-7 Eylül olayları ve salkım salkım asılacak adamlar
İlk kitabım, 6  Eylül 1955 Olayları ve Yassıada 6/7 Eylül Olayları Davası Hulusi Dosdoğru’nun kitabına cevap ve o kitabın eleştirisi idi. Olayların canlı tanığı olan rahmetli Aziz Nesin’in izni ile Salkım Salkım Asılacak Adamlar’dan alıntılar yaparak olayların 6 saatlik kronolojisini vermiştim. Bunu hafta sonu tarayıp göndereceğim.
Dosdoğru’nun kitabından yaptığınız alıntıda şu örnek ile  kitabının ne ölçüde Light olduğuna siz karar verin: “6/7 Eylül Olayları, Yassıada’da Yüksek Adalet Divanı’nda yargılanması, 24.10.1960’da gerekçeli kararın verilmesiyle sona ermiştir”
24.10.1960 günü tanıklar dinlenmiş ve Fuat Köprülü’nün damadı Yalancı Coşkun Kırsa Amme Şahidi olarak Zorlu’nun çektiği bir telgraf ile nümayişleri sipariş etiğini iddia etmişti.
Yassıada’da kısa karar 5 Ocak 1961’de verilmiş, Gerekçeli Karar ise çok sonra yazılmıştır.
6 Eylül’ü yanlış tartışmak gelenektir. Doğru tartışmak ise bilimsellik adına HEDEF olmalıdır.
Kontrgerilla iddiasına daha önce cvp  vermiştim. İsmail Tansu Beyi aradım. Bugün kendisini arayıp STK  hk bilgi soran olmamış.  
Şu görüşe de tamamen katılıyorum:  
Tüm farklılıkları zenginlik olarak kabul eden demokratik bir ülkem olsun isterdim.
MEHMET ARİF DEMİRER
To: ozgur_gundem@yahoogroups.com // From: alibektas40@hotmail.com  Date: Thu, 5 Sep 2013 18:24:23 +0000 // Subject: RE: [OzgurGundem] RE: 6 eylül yazısı
Ben ve benim gibi o dönem de; çocuk olan, insanların kafasında: Yunanlıların,  '' ATATÜRK'ÜN evini bombaladığını, zannetmesi neticesi'' İSTANBUL' da ki, gençlik ve bir kısım halk ayaklanarak, Rumlara ve onların mallarına, mülklerine saldırıp yağmaladı. Bu hususlar gerçek ve doğru: Fakat konu:  Şu yaptırmış, şöyle olmuş, böyle denmiş, kısmı çok yanlıştır. Bu düşünce, bu devirde de uygulanan hususlar olup, iç ve dış çıkarcıların oyunlarıdır. Bu gibi, kısır döngülerle uğraşmak  yerine: Gerçeklerle, uğraşarak bu oyunlara, bir daha nasıl gelinmemesi lazım diye; düşünüp:  Vatan  ve milletimizi nasıl savunabilir ve refah durumumuzu en yükseğe çıkarmak için ne yapabiliriz diye, düşünüp, çalışmamız şarttır. Lütfen, artık bütün gücümüz ile ''VATANIMIZ VE MİLETİMİZE'' fikir üretip: çağdaş medeniyetler seviyesine çıkarmak. Bizlerin vatan borcudur.  
ŞENOL BEKTAŞ
*
Amacim provokasyon degildir. Bugun 6-7 Eylul 1955 olaylarinin 58.ci yildonumu.
Yeni gencligin gecmisi bilmesini, Gezi olaylarindaki piril piril genclerin
aralarina provokatorleri neden almamasi gerektigini gostermeyi amacladim.
Mentes
**