Mehmet Arif DEMİRER
27 Mayıs 1960, bir Cuma günü idi.
Öğle yemeği için Büyükelçi Muharrem Nuri Birgi davet etmişti. Haziran ilk haftasında başlayacağım Afrika seyahatimi konuşacaktık. Johannesburg’a kadar (tek yön) uçak biletim alınmış, Johannesburg’da 8 hafta çalışacağım iş ayarlanmıştı. Dönüş ise bir iddia üzerinden kendimi bağladığım Cape Town – Kahire (12 700 km ) otostop girişimi olacaktı. Cambridge’in ünlü kitapçısı Heffers’de kitaplara bakarken (o yıllardan kalan bir adet oldu, cumaları kitapçı gezmek) bir arkadaşım geldi, “Senin ülkende darbe olmuş” dedi. Büyükelçiyi aradım, “Gelebilirsin, telefon hatları kesik, bugün sakin geçer” dedi.
27 Mayıs’ın aileleri perişan eden travmaları...
DP AFYON MİLLETVEKİLİ VE ULAŞTIRMA BAKANI ARİF DEMİRER |
Öğle yemeğinde 27 Mayıs’a rağmen Afrika’dan vaz geçmedik, gittim otostopu da yaptım.
Bu arada babam Yassıada’da, annem ve kardeşim Ankara’da kaldılar. Babam daha sonra beraat ettiği için ailem Kayseri yıllarını acısını yaşamadı. Başka anlatımla 27 Mayıs’ın aileleri perişan eden travmalarını göreli olarak daha az yaşadık, ailece.
1962 yılında babam İngiltere’ye geldi. Ben İngiliz arkadaşlarımla 1961 – 1962 yıllarında mezuniyetten sonra çıktığımız, bir yıl süren tetkik seyahatimizim raporunu yazıyordum.
23 Kasım 1961’de Yeni Delhi’de tanıştığım Türkeş’ten (mektuplaşıyorduk) bir telgraf aldım: “Birkaç günlüğüne Londra’ya gelsem görüşebilir miyiz?” Brüksel’de toplanan ünlü 14’ler dağılma kararı almışlardı. Artık Türkeş’in yanında Özdağ gibi birkaç kişi kalmıştı.
Londra’da, ünlü Ritz otelinde tarihi bir buluşma ayarladık, kardeşim Ahmet ile. Yassıada mağduru Arif Demirer ile Yassıada mimarı Alparslan Türkeş arasında, Ağustos 1962.
Babam çok sakin bir adamdı. Hiç kavga ya da küfür ettiğini görmedim, işitmedim. Türkeş’e, “Albayın size kızgın değilim, kırgınım. Türkiye’yi raydan çıkardınız, bir daha kolay kolay rayına oturtulamayacağını düşünüyorum” dediğini çok iyi hatırlıyorum, hiç unutmadım.
Buraya kadarı geçmişte kalmış bir nostaljik hatıra ama o söz çok doğru imiş. Türkiye bir daha eskisi gibi olmadı. Ve fiziksel kalkınmaya rağmen huzur ve barış ortamı yerini bölünme ve kavga ortamına bıraktı.
27 Mayıs’tan sonra darbe yönetiminin birinci çok olumsuz gelişmesi Yassıada hukuk skandalı idi, ikinci ve kalıcı, aynı ölçüde olumsuz, gelişmesi ise milletin yarısının temsil edilmediği Kurucu Meclis’te hazırlanan anayasa oldu: Milletin yarısının karşı olduğu 1961 anayasası. Bu konuda yayımlanmış kitap sayısı bir elin parmaklarından azdır. Tevazu bir yana benim 2010 yılında yayımladığım Türkiye’de Anayasa Oyunları kitabının iyi bir kaynak olduğunu düşünüyorum. DP milletvekilleri Yassıada’da hiç kimsenin güvenmediği darbe mahkemesinde yargılanırken CHP milletvekilleri Kurucu Meclis’te tek yanlı hazırlanmış (CHP tarafından) anayasa taslağını tartışıyor ve “en yüksek devlet maaşı” alıyorlardı.
Darbe kadar bu eşitsizliğin oluşturduğu haksızlığın izleri de hiçbir zaman silinmedi.
27 Mayıs ile meslek hayatımda ayrıntılı bir şekilde ilgilenmedim, 1993 yılında Demokrat Parti Genel İdare Kurulu üyeliğine seçilene kadar. 1993 yılı Aralık ayında 6 Eylül 1955 Olaylarını incelemeye karar verdim. Önce iki kişiye birer soru yönelttim: Selanik’teki bombanın patlatılmasını azmettirdiği iddia edilen Nevşehir eski valisi Oktay Engin. Yazılı olarak bu iddiaların tamamen uydurma olduğunu bildirdi. İkinci kişi MİT Müsteşarı Fuat Doğu idi. Fuat Paşa ile 1966 yılında tanışmıştım. Bana yedek subaylık görevimden sonra iş MİT’te iş teklif etmiş, karşılıklı bir ağabey – kardeş ilişkisi oluşmuştu: “Paşam 1955 yılında Milli Emniyet bu olaylara bulaşmış mıydı?” Cevap, kesin “HAYIR” idi.
Başladım araştırmaya ve Yassıada’daki 3 numaralı dosya ile karşılaştım. Baştan aşağı bir rezalet örneği idi. 1995 yılında 6 Eylül 1955 – Yassıada 6/7 Eylül Davası kitabım çıktı.
Artık yavaş yavaş 27 Mayıs darbesinin, babamın Ritz Otel’de Türkeş’e söylediği “raydan çıkma ve yeniden rayına oturtamama” olgusunun izleri netleşiyordu kafamda.
6 Eylül 1955 kitabımda Yassıada’daki o kepaze davayı geniş bir şekilde (Türkiye’de ilk defa) incelemiş (gazete kupürlerinden değil, Yassıada tutanaklarından) ve bölünmüşlüğün insanları ne ölçüde insafsızlaştırdığını görmüştüm. Kişisel kini nedeniyle yalancı şahit Coşkun Kırca (1995 yılında kısa bir süre Bayan Çiller bu kişi T. C. Dışişleri Bakanı yaptı !) ortaya çıkarılmayan bir telgrafı kullanarak olayları Zorlu ve Menderes’in sırtına yüklerken kim bilir ne kadar mutlu olmuştur. Yargı da 5 Ocak 1961 günü hükmünü verdi: Zorlu ve Menderes’e 6’şar yıl hapis. Bir gün sonra 6 Eylül 1955’de DP İstanbul İl Başkanı Orhan Köprülü Kurucu Meclis’e üye oldu ! O mahkumiyet kararı bugün T. C. aleyhine delil olarak kullanılıyor.
Yassıada davasını Anayasa Mahkemesine taşıdım, yeniden Yargılanma talebi ile. Dilekçem çok ayrıntılı idi, ekinde de 1955 kitabım vardı. Yekta Güngör Özden Başkan, Ahmet Necdet Sezer Başkan Yarımcısı idiler. Bir davanın İade-i Muhakemesinin ön şartı ortaya yeni bir delil ve/veya tanık çıkarmaktı. Her ikisini de çıkardım: Coşkun Kırca’nın bahsettiği telgraf (hiçbir zaman ortaya çıkarılmamış ama mahkumiyet kararı o telgrafa dayalı olarak verilmişti). Tanık da DP Ankara Milletvekili Ramiz Eren. 5 Eylül 1955 gecesi Menderes ile birlikteydi.
Dilekçem kabul edildi. Dosya açıldı ve numara aldı. Usulen Yargıtay Başsavcısına soruldu. Telgraf yeni delil sayılır mı, diye. Abuk sabuk bir cevap geldi: HAYIR. Yeni değilmiş. Oysa Yassıada’da telgrafa değinilmişti ama ortaya çıkarılmamıştı. Dava reddedildi. Anayasa Mahkemesinin Başkan Vekili Güven Dinçer muhteşem bir karşı oy yazdı. Yassıada yargılamasını doğru dürüst anlamak için herkes okumalıdır. Yayımladım.
Artık 27 Mayıs darbesi konusunun sonlarına geliyordum. Önce Demokrat Parti’nin 60. Yılında (2006) yayımladığım 7 kitapla 10 yılın hesabını verdim ve 27 Mayıs’tan sonra DP aleyhinde üretilen gerçekdışı senaryoları bire birer çürüttüm, ülke ekonomisi ağırlıklı olarak.
2012 yılında ise 720 sayfa uzunluğunda (büyük boy) kitabımı yayımladık: 27 MAYIS – Masallar ve Gerçekler. Masalların da gerçeklerin tüm ayrıntılarını bu kitapta topladım.
27 Mayıs yeniden yargılansın.
Gelelim 27 Mayıs 2017. Türk Milleti ortalık yerinden bölünmüş, herkes birbiriyle kavgalı, ülke televizyonları her akşam ölüm haberleri ile başlıyor (şehitler) ve adi cürüm olayları ile sona eriyor, kadın cinayetleri vs vs. Bu ortamda bir haykırış: 27 Mayıs yeniden yargılansın.
Mümkün değil. Yassıada’nın hiçbir davasını iade-i muhakeme koşulları ile buluşturamazsınız.
Ancak şu mümkün ve bence babamın Türkeş’e söylediği ile ilişkili. Türkiye’nin bir daha rayına oturtulamayacağını düşündüğünü söylemişti o sıcak Ağustos (1962) günü.
Türkiye’yi yeniden çıkarıldığı raylara oturtmak için 27 Mayıs Darbesi ile hesaplaşmak gerekiyor. Bunu yargı yoluyla, hele yargının bugün içinde bulunduğu ortamda, yapamazsınız. Olmayacak duaya “Amin” demek ancak zaman kaybettirir.
Yapılacak şey konunun millete götürülmesini sağlamak. Bir çeşit halk mahkemesi. Kadro:
İddia makamında Ümit Kocasakal, ısrarla 27 Mayıs’ın devrim olduğunu iddia eden bir hukukçu. Ayrıca CHP Genel Başkan adayı olduğunu ilan ediyor !
Yargıç: Türk Milleti
Savunmada: Demokrat Parti’yi doğru okumuş kişiler.
Savcı iddianameyi (Masalları) okusun bizler de Gerçekleri ortaya koyalım ve 27 Mayıs’ı ilk ve son kez Türk Milletinin (tvde) önünde tartışalım, adını koyalım ve konuyu kapatalım.